Hayat bir Nevbahar ki sabah güneş açar da akşamı ayaz tutar”
“Hayat bir Nevbahar ki sabah güneş açar da akşamı ayaz tutar” diyerek söze başlayalım. Ömür dediğimiz yıllar silsilesini bir amaca bağlamalıyız. Amaç dediğimiz varoluş, yaratılış gayemiz, kulluk bilincimiz olmalıdır. Bir silsile dedik çünkü her sene yeni bir yaşa ayak basıyoruz ve evvelimiz ahirimizi etkileyip yön ve şekil veriyor. Evvel ola hayır, âkıbet olmaya Hakk’a sağır. Canımız olsun canlar cânına kurbân, eylesin bizi sevdiği, razı olduğu kullarından Yaradan. Allah’ın sevdiği bir kul olabilmek. Şayet Allah severse bizi, herkes sever. Allah severse dünya ve ahiret yolculuğumuz pek tabii olarak surûr bulur. Nitekim alemlerin sultanı Peygamber-i Zîşân Efendimiz sevmek ve sevilmek hususunda mü’min olan kimseyi şöyle tanımlamıştır: “Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur.” Bu nispetle ömrümüze baktığımızda ömrün bereketini, gençliğin verimliliğini kendimizden başka insanlarla olan ilişkilerimizde bulabiliriz. Peygamber Efendimiz bizim her mafsalımızın (eklemimizin) sadakasını vermemiz gerektiğini buyururlarken bir tebessümün de yoldan ezâ verici nesneleri kaldırmanın da birer sadaka olduğunu beyan buyuruyorlar. Gençlik, tebessümdür. Kalplerde kurulan güzel insansı ilişkilerdir. Çünkü insan, sosyal bir varlıktır. Her ne kadar kendini toplumdan, topluluktan soyutlasa da gözünü bir insana değdirmekten geri duramaz. Öyleyse bizler gençliğimizin bereketini sosyal ilişkilerimizi artırarak, topluma insanlığa faydalı bireyler olarak korumalıyız. Belki de ömrümüzü, gençliğimizi şu iki temelde muhafaza etmeliyiz. Efendimiz (sav) buyuruyorlar ki “İnsanların çoğu şu iki husus hakkında aldanmışlardır: Sağlık ve boşa geçirilen vakit.” Sağlığımızın kıymetini bilip, yolumuzu Allah’ın yolu, evimizi Allah’ın mescidi, kalbimizi İslam’ın kalesi kılmalıyız. Nitekim yaş ilerledikçe, hastalıklar zuhur edip ömür geçtikte, şu zaman gelsin yapacağım dediğimiz ibadetlerin de zevk-u safasından mahrum kalırız. Olur da Allah muhafaza, dizler tutmaz alnımız secdeye gitmez namazda, gözler bozulur Kur’an okuyamayız, ayaklar yürümez camiye gidemeyiz. İşte vakit ve sağlık dediğimiz husus hiçbir anımızı bilemediğimiz, havada uçuşan toz zerresine hakimiyet kuramadığımız fani dünyanın meşgalesine heba edilmemelidir. Kalbimizin içinde uçuşan kuşlar olmalı, her an Allah’ı zikreden. Sahi zikir demişken, yaşlandığımızda da kalbimizin yaşı ihtiyarlaşıyor mu? Kalp, kalp, kalp. Kalbi genç tutan zikirdir. Allah’ı zikreden gönüllerde huzur itmi’nân olur. Kalp, vücudun anasıdır. Onu ne kadar genç ve zinde tutarsak diğer organlarımızda o derece dinç ve diri olur. Nitekim hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyorlar:
“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Yaptığımız ameller kalbimize tesir-i halk olur. Günahlar kalbe değdikçe kalp kararır, çirkin sözler sarfettikçe kalp büsbütün katılaşmaya başlar. Müslüman güzel ağızlıdır. Bir metafor olarak kalbi tasvir edecek olursa Gazzâli’nin metaforunu örnek verelim. İmam Gazzâli, kalbi merkeze alır ve şöyle anlatır. “Kalp bir havuza benzer. Bu havuza dıştaki beş duyu vasıtasıyla beş su akar. Fakat bu suların üzeri açık olduğu için, birtakım pislikler de bu sulara karışıp birlikte gelir ve bu havuza, yani kalbe dolar. Her ne kadar dışarıdan havuz saf ve temiz görünse de, o pislikler dibine çöktüğünden, karıştırıldığında birtakım pislikler havuzun yüzüne çıkar, onun rengini, temizliğini bozar.” Bundan sebeple kalbimize giren her madde, her amel, her işlem bir yoldan geçiyor. Yolumuz müstakîm ola ki kalbimiz karanlıklarda dehlizlerde boğulmaya..
Bizler doğarken etrafımızdaki insanların yardımına muhtaç bir şekilde doğuyor, yetişkinlik evresine geldiğimizde biraz daha bu muhtaçlıktan sıyrılarak hatta sıyrılmaya çalışarak ömrümüzü yaşıyoruz ve nihayetinde yaşlılık evresine geldiğimiz de yeniden başa sarıyoruz, yeniden etrafımızdaki insanların yardımına ihtiyaç duyuyoruz. Bebeklik, temeldir. Temeli ailemiz atar, her yaş bir kat inşa ederek bizi büyütür, maddi ve manevi olarak geliştirirler. Artık gençlik yaşlarına geldiğimizde müteahhitlik ve mimarlık görevini biz devralırız, bizim için planlanan projeyi yeniden şekillendirip binayı yükseltmeye devam ederiz. Mimarlığımız ne kadar bilgili ve bilinçli, müteahhitliğimiz de ne kadar kaliteli ve akıllıca olursa o zaman yaşlılığımız da depremlere karşı sarsılamayan bir konut gibi sağlamca yaşamımızı ifa ederiz. Deprem dediğimiz şey imtihanlardır. Müteahhitliğin kalitesi ve akıllıcası ise imanımızdır. Böylece binamızı sağlam inşa edersek vuslat vakti geldiğinde binamız arkamızdan imanımızın şahidi olur. Yani sadaka-i cariye. Biz ölsek dahi bir akarsu gibi çağıldamaya devam eder. Duran bir akar. Maksat cemallerde, zahirde hasıl olmayabilir her zaman, maksat sudurlarda kalplerdedir de bizim gözlerimiz onu görmez. Gönüller kurmalıyız. Gönüllerden gönüllere uzanan, asırlara ulaşan köprüler inşa etmeliyiz. Yolun yolcusu iken bir iz bırakabilmeliyiz. Bıraktığımız izler ardımızdan gelen nice insana bir ufuk olsun. Doğduk, gençleştik, yaşadık, ihtiyarladık ve ölüm vaki oldu. Yaşam bu. Dünya geçici. Allah bâkî. Biz olalım dünyada bir sâkî. Toprağımıza su olsun biz ölsekte ameller kalsın sâhî.
Alem tenvir eder ‘Ya Hu’ diye diye, kalpler öldü mü de kararmış sessizliğinde, bir zikr-i rahmana gark olsa da dirilse mâbed-i zülcelâleyn’de, şems-ü kamer, necm-ü fezâ iştirâk-i feyz eylese de alevlense kalpler dâire-i tenvir de…
Mustafa Erdoğan
Yorumlar
Yorum Gönder