VARLIĞIN GAYESİNDE İNSAN
Oysa varlığın gayesinde insan vardı... İnsan dediğimiz bir beden, bir ceset, bir et parçası mıydı peki? Yoksa yüce yaratıcısının Kendi ruhundan üflediği bir şerefli mahluk mudur? Yüce Allah Kitâb-ı Mübin’inde “O yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.” (Secde-7). “Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (Secde-9) buyurmuştur. Bu ayeti kerimeleri okuyunca aklımıza Allah’ ın (azze ve celle) el-Musavvir ism-i celili geliyor. Her şeye suretini veren, şeklini veren O’dur. Nitekim bu çerçevede düşündüğümüz vakit bizleri eşref-i mahlukat olarak halk eden Allah Teala, bizleri yaratılan mevcudatın içinde en güzel yere koymuştur. Bize kendi ruhundan üfüren Allah, insanın kendini tanıyıp daha sonra kendinden bir yol tutup Rabb’ine, yaratacısına ulaşmasını istemiştir. Bizler baktığımız her zerrede Allah’ın varlığını görmeye muktediriz. Allah gaye olarak insanı yarattı. Bizlere, hayvanları, birer hizmetçi, gıda, onlardan elde edeceğimiz besinler, giysiler ile nimet olarak bahşetti. Yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerime mucibince, biz, bu nimetlerin Allah’ın bizleri donattığı kulak, göz ve gönüllerle farkına varabilmeliyiz. Kimi gözler vardır gördüğünü sanır fakat manaya gafil maddeye aşikardır. Kimi kulaklar vardır duyduğunu sanır ama Allah’ın kelamını işitmeyen kulakların duyduğunu söylememiz mümkün müdür? Kimi kalpler vardır, Allah o kalplere kilit vurmuştur da yaşadığı dünya hayatının bir hayvandan daha aşağı olduğunun farkında değildir. Günlük hayatımızı bir gözden geçirelim. Yaptığımız amelleri, içerisinde bulunduğumuz hengamenin hangi veçhesinde olduğunu sorgulayalım. Sabah kahvaltı yapıp öğlen atıştırması ve akşam yemeğini kovalayan günlük rutin bir hayatımız mı var yoksa sabah namazını kılıp zikrullah ile gönlü ve ruhu doyurup ardından diğer vakit namazlarıyla birbirini kovalayan ve bunlarla beraber dünya hayatının meşgalesi içerisinde Allah’ın bizlere vermiş olduğu gücü O’nun yolunda harcayan, şükreden bir kulun hayatı mı var? A'râf Suresi 179. ayet-i kerimesinde Yüce Mevlâ’mız şöyle buyuruyor: “Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” Sadece maddi bedenimizin ihtiyacını görecek şekilde bir dünya hayatı yaşadığımız müddetçe kalbimiz bizim aciz bir bedene haiz bir kul olduğumuzu unutacaktır. Kalp, kaskatı bir kibre bürünüp firavunlaşacak ve dünyanın kendisi için yaratıldığı fikrini özümseyip dünyanın sahibi olma arzusu, çürüyen bedenini bürüyecektir. Manadan çok gafiliz. Günümüzü maddi alem ile doldurmaya, gönlümüzü maddi alem ile doldurmaya çalışıyoruz veya arayışımız o meyilde. Bir işi bitirince başka bir işe koyul ve yalnız Rabbine yönel buyuruyor Allah Teala. Canımız sıkıldığında önünüzde bir kitap olmayabilir veya ortamımız müsait olmayabilir. Her şey madden değil ya! O halde dilimiz o an içten içe Allah’ı zikretsin, o an aklımıza Allah’ı ve Rasul’ünü getirelim, dua buyuralım. Dualardır bizim gönlümüzü arşa açan, dualardır bizi Rahman’a ulaştıran. Duadır O Sevgili’nin (sav) sevgilisine bizi yakınlaştıran. Okunan ezanı tekrar edelim, bitince bir salavat getirip ezan duası edelim. İslam Müslümanın hayatının her anındadır. Aynı zamanda Müslüman Allah’a yakınlaştığı kadar özgürdür. Çünkü esaret, şeytan ve kötülüğü emreden nefsin taalluku altında olur. Hürriyet ise Allah’a ve O’nun Rasul’üne itaatedir. Hayatımızın merkezinde Allah’ın varlığı olmazsa gittiğimiz her mekanda ve anda kaybetmeye mahkum olacağımızı bilmeliyiz. Dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Bilmeliyiz ki Allah’ın vermediği hayatı hiç kimse yaşayamaz. Allah’ın bizlere verdiği hayatın değerini bilip şükrünü unutursak eğer kalplerimiz vardır ama kavrayamaz, kulaklarımız vardır edilen nice vaz-ı nasihatleri işitemez, gözlerimiz vardır bunca güzel nimeti bir zindan hayatı gibi görür hale gelir. Bu yüzden ihsan üzere yaşamalıyız. Allah’ ın her oluş ve bitişe ol diyip oldurduğu gibi bizi de her an gördüğünü bilircesine yaşamalıyız. Varlığın gayesinde biz varsak eğer kendi değerimizi bilmeliyiz. Allah’ın en şerefli olarak, yeryüzünde halife yarattığı insanlar olarak bizler, kalbi mühürlenenlerden olursak eğer hayvandan daha aşağı duruma düşmüş oluruz. Her anımızı dolduracak dualar bilelim. Hepimiz eksiğiz maalesef. Hayatımızı temeli atılmış bir binaya benzetelim; binayı, kırık dökük tuğlalar ile yükseltmeye devam edersek en ufak bir zelzele sarsıntısında çöker. O sarsıntı bizim için şeytan ve nefsimizdir. Tuğlalar ise amellerimizdir. Yaşadığımız şu andan itibaren her gün her saat ve dakika günlük yaşantımız ve buna sosyal mecralar dahil, yaptığımız her davranış her amel bizim geleceğimize yön verecektir. Çünkü bizi her daim takip edecek olan hata ve günahlarımız var. Biz gerçekten tövbe-i nasûh (samimi bir tövbe) ile Allah’a tövbe ediyor muyuz ki arkamızdaki yanlışları unutup yola devam ediyoruz? Elbette yola, Allah’ın rahmetinden ümit besleyerek devam edeceğiz ama bununla beraber korkumuz da olması gerekiyor. Arkamızda kendimize yumuşak gönüller, güzel dualar bırakmalıyız. Müslüman olmanın verdiği özgürlüğü henüz hala yaşayamıyoruz. Çünkü kararları Allah’ın verdiği aklımız ve kalbimiz ile alırsak o zaman özgürlüğümüz Allah’a olacaktır. Kararlarımızı, şeytanın ve kötülüğü emreden nefsimizin telkinlerine uyarak veriyorsak eğer tutsak birer esir olmaktan öte yol kat edemeyiz. Bu bakımdan, bendimizi esaret altında tutmuşuz ve nefsimizin hükümlerine boyun eğmişiz. Nefis de şeytan gibidir. Nefs-i emmâre. Yani kötülüğü emreden nefis. İki büyük düşmanımız bunlardır. Aciz kullarız nihayetinde, hiç mi gaflete düşmeyeceğiz, hiç mi hata kusur işlemeyeceğiz? Elbette ki bu fıtrat üzereyiz ancak bizim meylimiz manaya, bizim meylimiz Rahman’a, bizim meylimiz bize gönderilen Kitab-ı Mübin’e ve Rasulullah’a (sav) olursa nefsin de şeytanın da bu zırhları kırıp aşması imkansız hale gelecektir. Ne kadar meyledersek Allah Azze ve Celle’ ye zırhımız o kadar sağlam ve aşılmaz olur. Temeli sağlam, yıkılmaz, her adımında salavatlar ile yükselmiş bir binanın esen rahmet yellerini kesmeye kimsenin gücü yetmez. Kendi varlığımızın farkına varmadan Yüce Allah’a ulaşmamız mümkün değildir. Daha sonra gönlümüzde bir sevgi beslemeliyiz. Allah’ın kendi ruhundan üfürdüğü bu şerefli insanlara karşı merhamet rüzgarları sadrımızda esmezse Allah’ı sevebildiğimizi sanırız. Nitekim alemlere Sultan olan Efendimiz (sav): “Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah ve melekler) de size merhamet etsin.” buyuruyorlar. Kalplerimiz, dalları, meyvesi göklere uzanan bir ağaç emsali gibi gökte ve yerde olan tüm mevcudata merhamet nazarı ile bakmadığı müddetçe Allah’ı sevmedeki aşkın lezzetini tatmaya mazhar olamaz. Bu yüzden çizilen tüm yolların Allah’a çıkabilmesi için kalbin merkezinde aklın muhakemesinde hareket etmeliyiz. Kalp Allah ile ve Rasullulah’ ın istikametinde ilerlemelidir. Dünya hayatı zorlu imtihanlarla doludur. Herkesin kendine göre bir derinliği olan kuyusu mevcuttur. Herkes bir kuyuya düşer fakat kuyudan herkes Yusuf (as) gibi çıkamaz. Mühim olan kuyunun derinliği değil, kuyudan Allah ile çıkabilmektir. Kuyuya ‘ben’liğin esareti altında düşmüş olabilirsin ama Allah’ın kulu, abdı olarak çıkmakta senin elinde. İşte kendi varlığının mahiyetini kavrayarak bu karmaşık ve karanlık mefhumlar diyarından çıkabilmek istiyorsan aç o kararmış gözlerini, uyandır gafletten kalbini, sağırlaşmış kulaklarını yönelt artık göklerden gelen vahy-i mübine, kilitlenmiş ayaklarını ilerlet artık Rasulullah Efendimiz’ e (sav), tutulmuş dilini oynat artık zikr-i Rahmân için. Allah’a ve ahiret gününe iman eden, hayır konuşsun ya da sussun. Konuştuğunuz hayır, sükunetiniz ibadet, varlığınız gayeye müveccih, Rahman’a daha çok şükreden bir kul olsun.
Mustafa Erdoğan
Yorumlar
Yorum Gönder