İncir ve Zeytin
Bebekler hayata gözünü ilk açtıklarında ciğerlerine çektikleri hava (heva) ile ağlamaya başlarlar. Artık anne rahminde Allah'ın ördüğü o ilahi rahmet kozasının mahrumiyeti ile karşı karşıyadır. Onun yerini gurbet, hasret ve acziyet almıştır. Şaşkın şaşkın kendisine gülerek bakan insanlara bakmaktadırlar.
Daha ilk doğumunda bu acı gerçek ile karşılaşan insan ileri zamanlarda kendisine sağlanan sûni huzur ortamın yani ailenin kendisine verdiği güven ortamı ile on beş yirmili yaşlarına kadar kendisi avutmaktadır. 15- 20 li yaşlarda insanın kendisine de malik olması ile bu ortamın suniliğinin farkına varmakta veya bu gurbetin asıl gayesine göre hareket etmekte ya da hem bu suni ortamdan uzaklaşmak da hem de asıl ilahi gayeyi de unutarak bu ıstırabı ya şehavani hazlar ve zevklerle ya da terapi ve yoga gibi yollarla bastırmaya çalışmaktadır.
Yoga ve terapi gibi yöntemlere başvuran insanlar genellikle dinin emir ve yasaklarından kaçmakta ve bunun için kendilerine sürekli huzuru yaşayabilecekleri, emir ve yasaklardan hatta sorumluluklardan uzak bir anlayış benimsemekte ve bu tür yollara tevessül etmektedirler. Bunun sonucunda ise topluma narsist ve egoist tipler olarak geri dönmektedirler.
Din ve tasavvuf ise insanın tek taraflı huzura ermesini ve huzur sarhoşluğu yaşamasını değil sükûnet bulmasını, rahmet insanı olmasını ve nefsini terbiye ruhunu tasfiye etmesini gaye edinmektedir. Dinin bakış açısına göre insanın çehresi ne sürekli gülmek için ne de ağlamak için yaratılmıştır, bunun ikisi için de yani tebessüm için yaratılmıştır.
Lakin
biz mütedeyyin insanlar bile dinin bu ikili gayesinden ziyade dinin insanlara
sadece ruhani mutluluk veren yanına talip olmakta insanın nefsani tarafına
bakan yönüne talip olmamakta kaçmaktayız. Oysa dinin en önemli gayesinden
birisi özne inşa etmektedir. Bu öznelliğin kaynağı ise ne modernite ne para ne
evlat ne de soydur. Bu özelliğin Rabbani
tevhide ve Muhammedi (sav) temsile duyduğumuz aşk ve bu çerçevede
gerçekleştirdiğimiz cihad-i Ekberdir.
Bu büyük gaye ise insanın kendi hakikati ile kendi karanlığı ile yani yalanla kibir gıybet ve şehveti ile yüzleşmesi ile mümkündür. Yani insanın hakikati aslında emirlerde (namaz, Kur'an kıraati, oruç tutmak) değil yasaklarda, incirin tatlılığında değil, zeytinin acılığından sonra gelen kuvvet ve sıhatindendir. Yunus Emre (ks)'ninde dediği gibi Çıktım erik (ekşi) dalına, anda yedim üzümü (tatlı)
Lakin bizler kendimizden kaçmakta ve kendimizi avutmaktayız. Bir irfan ehlininde dediği gibi "Modern insan karanlığını yitirdi."
Konuk | Beytullah Akbaş
Yorumlar
Yorum Gönder